Çoğu efsane varoluşun ilk yıllarında, Dünya barış, refah, güzellik ve huzurla doluyken yaşayan kadim varlıklar olan Deamlerden bahseder. Derler ki bu Deamler’i bir kere gören kişi onları asla unutamazmış ancak hepsi onları farklı bir şekilde anlatırmış. Bu anlatımların ortak sadece iki yanı varmış. Birincisi dolunayın gökte yalnız olduğu bir gecedeki uçsuz bucaksız bir okyanusla paylaştığı ışığının yansıması kadar parlak ve dikkat çekici tenleriymiş. Adeta etrafına ışık saçarlarmış vücutlarından. İkincisi ise herkesin onları anlatırken kullandığı ilk kelimeler olan ahenk ve zariflikmiş. Kim anlatırsa anlatsın karşılarındaki varlık ne uzunmuş ne kısa; ne zayıfmış ne de şişman. Üzerinde yıllar harcanmış ve her fırça darbesi özenle bırakılmış bir resim gibilermiş. Anlatanlar karşılarındaki kişide tek bir kusur dahi bulamadıklarını söylermiş. Ancak o zaman farklılıklar başlarmış. Kimi saçlarına gümüş kadar beyaz derken, kimileri gün doğumu kadar kırmızı dermiş. Kimi menekşe moru gözünde kaybolurmuş varlıkların, kimi de gözlerinde alev alev alan ateşte. Ne olursa olsun her zaman karşılarındaki için olabilecek en güzel, en uyumlu suret olurlarmış. Hareketleri bir kedi kadar umursamaz ve rahat; bir balerin edasında hesaplı ve zarif; bir dalga kadar doğal ve rahatlatıcıymış. Ancak dış görünüşlerinin içlerindeki güzellik karşısında denizdeki bir damla kadar önemi yokmuş. Denilene göre insanları birbirine düşüren, onları yiyip bitiren duygulardan yoksunlarmış. İçlerinde öfkeden, hırstan, kibirden, kıskançlıktan, art niyetten, kinden eser yokmuş. En önemli unsurlara sahiplermiş. Koşulsuz dinleme ve kor kor yanan bir inanç ateşi. Her şeyi dinlerlermiş. Ancak dinlemeleri için karşılarındaki varlığın konuşma yetisine sahip olmasına ihtiyaçları yokmuş. Bir ağacın kök saldığı topraktaki dertlerini, ilkbaharla gelen sıcaklıkla ilgili sevincini ve yaklaşmakta olan yazda açacağı meyveyi beklemesinin getirdiği sabırsızlığı duyabilirlermiş. Bir hayvanın her gün içinde ormanda keşfettiği yerleri, içtiği suyun berraklığını ve canlarını kurtarmak için giriştikleri amansız mücadeleyi bilirlermiş. Bir rüzgârın okşadığı çimenleri, suyun akıp geçerken gördüğü hayvanları, güneşin ışığının ulaştığı en derin noktayı da öğrenirlermiş dinleyerek. Bazen onlar konuştukları zaman ses çıkmazmış ancak çevrelerindeki canlı, cansız varlıkların cevapları görülürmüş. Sanki güneş ışığı daha parlak parlar, hayvanlar bir şarkıya tutuşur bitkiler hafifçe selamlar ve rüzgâr onları hafifçe okşarmış. Şiddete başvurdukları hiçbir zaman görülmemiş. Onları besleyen, güçlü tutan ve devam etmelerini sağlayan şey ise inançlarıymış. Bu inançları hayataymış, dünyadaki uyuma ve sürekliliğe. Bitecek gibi görülmezmiş bu inançları ve huzurlarının dipsiz kaynağının bu olduğuna karar verilmiş. Asla bir yerde durmazlarmış. Bu onlar hakkında bahseden kişilerin hepsinin onları etrafa dağılmış şekilde gördüklerini anlatmasıyla anlaşılırmış. Anlatılara göre onlar dünyayı keşfetmek ve dinleyerek bilgilerini arttırmak için bitmeyen bir yolcuğa çıkarlarmış. Bu yolculuk sonsuz olsa da her zaman bir yere geri dönerlermiş. Orası doğaüstü güzelliğe sahip olduğu söylenen efsanevi Deam şehri Rhufian’mış. Orada Deamlar uyum içinde yaşarlarmış ve şimdi dünyamızda olan en küçük sorun dahi orada yaşanmazmış. Toplumlarında bazı kutsal kurallar varmış ancak onların bozuldukları uzun zamandır hiç görülmemiş. Yönetici ya da otorite kavramı yokmuş orada. Gene de her toplumda olduğu gibi orada da saygı gören ve prestjili olan kimseler varmış. Bunlardan en önemlisi Tamriel’miş. Deamlar arasında doğayla en iyi şekilde bağlantı kurabilen oymuş. İnancının 3-4 Deaminki kadar güçlü olduğu söylenirmiş. Pek çok Deam’ın hayali onun ustalığı altında olmakmış. Ona saygıyla bakmayan bir Deam bulunmazmış. Rhufain’de tüm Deamlerin etkileyecek karar verileceği zaman ise o konuya yönelmiş Deamlar toplanır ve herkesin görüşünü sunduğu oturumlar yapılırmış. Bu oturumlar sonucu karar oy birliğiyle verilirmiş. Şehrin ortasında olan merkezi bina da herkesin ürettiği eşyalar toplanırmış. İhtiyaç sahibi olan veya eğlence gibi başka amaçla eşyayı isteyen Deam oradan alırmış. Bu sistem çalışırmış çünkü Deamlerin hiçbiri kötü niyetle düşünmezmiş. Toplumda herhangi bir kısıtlama ya da sınırlama yokmuş. Her Deam yaptıkları sonu olmayan yolculuklar sonucunda kendini keşfeder ve kendi isteğince yaşarmış. Bu şehrin yeri insanlar tarafından bilinmezmiş ancak yola çıkmış her yolcu oradan geçermiş. Çünkü her yolun birbirine bağlandığı yer oraymış. Hem Rhufian hem de Daemler özel bir aura ile çevriliymiş. Öyle ki o aurayı aşıp o kişileri sadece en saf kalpler, en masum isteklerle yola çıkmış kimseler görürmüş. Deamler ile ilgili söylentiler çok olsa da Rhufain hakkında söylenenler kısıtlıymış çünkü bilgilerin kaynağı sadece Deamlermiş. Her gün yüzlerce kişi oradan geçse de Rhufain’i gözleriyle görmeyi başarıp bunu anlatan biri olmamış. Ancak olsaymış şüphesiz oranın cennet olduğunu söylermiş… Ancak zamanla biz insanlar günümüzdeki yozlaşmış haline evrilmeye başlamışız. Artık erkekler eskiden olduğu gibi yola koyulmak ve keşfetmek yerine kendilerini yerleşim yerlerine hapsediyorlarmış. Hayatlarını ya silahı kullanmayı öğrenerek ya onları yaparak, ya da başlarında topraklarından güç alan kabile reisleri tarafından onlara uygun görülen iş neyse onu yaparak geçiriyormuş. Ardından bu amaçsız, ruhsuz ve bir yel değirmeni gibi sürekli aynı yerde dönen hayatları iki kabile arasında çıkan bir savaşta yedikleri bir darbe ile bitermiş. Saldıran ya da saldırılan tarafta olmak fark etmezmiş o zamanlar.  Çünkü kabileler sürekli birbirlerine aciz denebilecek bir sebep dahi olmadan savaş ilan ederlermiş. Elbette gerçek sebep herkes tarafından bilinirmiş. Kabile reislerinin hırsı, açgözlülüğü ve acımasızlığını ödeyenler hayatları boyunca ölmek için durmadan eğitilen bu askerler olurmuş. Kadınların ise durumu daha kötüymüş. Düşüşleri yavaş olsa da ve sonunda toplumda dibi boylamışlar. Söz söylemeye hakları yok denecek kadar azmış. İnsandan çok erkeğin istediği gibi kullandığı bir mala dönüşmüşler. Bükük boyunlarını kaldırmaya çalıştıklarında ise o narin boyunları acımasızca kırılıyor ve diğerlerine korku salgılayacak bir örnek olarak bırakılıyormuş. Çocuklar ise bir silahmışçasına şekilleniliyormuş. Eskisi gibi mutluluk içinde oynayan çocukların sesi her gün azalıyormuş. Yerlerini gitgide onları tek yönlü şekilde yönlendiren ve içlerindeki insanlığı acımasızlık ve koşulsuz itaatkârlıkla doldurmak için inşa edilen binalardaki oturma yerlerinden çıkan ve hiç değişmeyen onaylamalar alıyormuş. Deamlar unutuluyormuş çünkü onlara bakmak için yola çıkan kimse yokmuş. Daha da kötüsü gezdikleri yerlerde onları görebilen kimse yokmuş. Herkes bir açıdan yozlaşmış ve içlerindeki insanlığı kaybetmiş. Artık Daemler gittikleri yerde konuştukları varlıklardan hep acı dolu yakarmalar duyuyormuş. Normalde olumsuzlukları dinlemeye de alışıklarmış. Fakat sadece olumsuzlukları dinlemeye alışık değillermiş. Artık ağaçlar sadece kırılan dallarından, kesildiği görüldüğü diğer ağaçlardan ve küçük umutla beklediği meyvelerin daha olgunlaşmadan koparıldığını; hayvanlardan ise gitgide zorlaşan ve sürekli bozulan yer bulma çabalarını, içtiği zehir gibi olan suları ve durmadan kaçarken bile rastladığı tehlikeleri anlatırmış. Rüzgârın içine karışan dumanın yarattığı zehir yüzünden esmek istemediğini, suyun durmadan üstüne atılan atıklardan oluşmuş bir tabaka yüzünden göremediğini, güneşin artık parlamak istemediğini fark etmişler. İşte o zaman içlerinde cayır cayır yanan inanç alevlerini canlı tutan güzellik ve ahenk kaynakları tükenmeye başlayan Deamlar’ın içindeki alevler zayıflamaya ve sönmeye başlamış. Deam’den Deam’e süre değişse de sonunda onlara enerji veren alevler sönünce teker teker kaybolmaya başlamışlar.  Gidenler hakkında tek bilinen şey küllerle dolu bir kalple Dünya’yı terk ettikleriymiş. Her ayrılan ile inanç daha da söndürmüş ve kısa bir süre sonra Deamlerin neredeyse hepsi dünyayı terk etmiş. Kalan tek Deam Tamriel’miş. Eskiden Deamler arasında dahi sarsılmaz ve tükenmez olan inancı artık yalnızlık, umutsuzluk ve keder içinde tükeniyormuş.

Yazar: Utku ERŞAHİN

Editör: Ramazan Ege SOLAK & Yasemin ARIK

Görsel Kaynakça: Max Bruckner (1836-1918), The Walhalla, backdrop for the scenic design of The Ring of the Nibelungs by Richard Wagner (1813-1883). Bayreuth, Richard